27 Şubat 2009 Cuma

BASİTÇE SEVMEK

Kadının topuğunda açık bir yara var. Acı içinde ayağını ovuşturuyor. Bir yandan da sıradan ve küçük olaylarla dolu gününü anlatıyor kocasına. Kocası elindeki şarap kadehini yere bırakıp, karısının ayağını alıyor eline şefkatle. Ve yarayı öpmeye başlıyor...

Kadın adama bakıyor sadece… Bakıyor ve ağlıyor.“Neden ağlıyorsun?” diye soruyor adam.
“Ben de seni seviyorum” diyor sesi çatallanarak… Adam kadına sarılıyor.

O sırada liman yakınındaki evlerinin penceresinden bir geminin soldan sağa geçtiğini görüyor kadın.Adama dönüp, “bir gemi ne zaman soldan sağa geçerse hep bu anı ve seni ne çok sevdiğimi düşüneceğim” diyor. “Ve seni hep ne çok seveceğimi...”

Her ikisi de adamın çok vakti olmadığını biliyor. Kadın sadece zaman uzasın istiyor.Hayatın içindeki küçük sıradan olaylarla dolsun günleri. Sıradan yaşasınlar herkes gibi. Alışveriş etsinler, yeni yerler görsünler, kavga etsinler, yemek pişirip yesinler, şarap içsinler, kahvaltıda küsüp, kapıdan çıkarken barışsınlar istiyor.Ama adamın çok vakti yok. İkisi de biliyor. Kadın sadece zaman uzasın istiyor.Ama olmuyor işte…

Adam bir öğle yemeğinde ölüyor.Güzel, güneşli bir günde, hayat şırıl şırıl akarken sokaklarda, kadın adam için süslenmişken, saçlarına sarı bir gül takmışken (ki sarı gül ayrılıktır doğru ya) ona nasıl iyileşeceğini anlatırken soluyor adamın yüzü…Adam iyileşmek istemiyor… Adam ölmeye yatkın… Kadın kafasını yere eğiyor… Anlıyor çünkü…Adam ölüyor…
Kalabalık bir restoran da, güpe gündüz, her şeyin, ama her şeyin tam ortasında ölmekte adam.Kadın, başı yerde ağlıyor… Ağlıyor. Ağlıyor. Ağlıyor.
Sonra garson bir peçete uzatıyor kadına. “İyi misiniz” diye soruyor.Kadın kafasını kaldırmadan “bana bir beyaz şarap verin” diyor. Garson hiç sesini çıkarmadan bırakıyor kadehi masaya. Restorandaki kahkaha sesleri, konuşmalar çocuk ağlamaları, tabak bıçak sesleri içinde burnunu çeke çeke ağlıyor kadın. Sonra çantasını açıyor. Telefonunu çıkarıp kız kardeşini arıyor. “Beni gelip al” diyor. Ağlamaya devam ediyor hıçkıra hıçkıra.

Kız kardeşi soluk soluğa giriyor restorandan içeri. “Sakin ol, ağlama” diyor.Kadın ilk defa o zaman kaldırıyor başını. Kardeşi adamın az önce öldüğü sandalyede oturuyor.“Öldü” diyor yüzü darmadağın ve yüzü kapkara...“Tamam” diyor kız kardeşi, “şimdi gidiyoruz evimize, her şey geçecek” “Ama yaralarımdan severdi beni. Öldü” diyor kadın yanaklarındaki yaşları silerek...
Kız kardeşi elini tutuyor kadının.“Lütfen” diyor. “Lütfen kabul et artık, lütfen bunu yapma bana, yapma bize. Öyle biri yok ki...”

***

(İclal Aydın’ın son kitabı… ‘Evlerin Işıkları Bir Bir Yanarken’ de ki, ‘Bir Gemi’ den…)

Oldum olası çok sevmişimdir, İclal Aydın’ı… Her yazısında mutlaka bir şeyler yakalar beni, nasıl güzel anlatmış, ne kadar içten ne kadar sahici diye düşünürüm yazdıkları için…

Bazen de ne kadar basit…
Aslında zor olan basit olmaktır… Basit yaşamak, basit düşünmek… Basit sevmekJ

Sevgililer gününe 2-3 gün kala elimde kitabı, kuaför salonundayım.(Evet, ben o boş sayılan vakti kitap okuyarak değerlendiriyorum)Yabancıların bulunduğu bir ortamda olmasam, eni konu beni ağlatabilecek bu acıklı hikayeyle nemlenirken gözlerim, üzerine bir başkasını ama bu sefer gerçeğini dinledim salondaki bir bayandan…
Belki yukarıdaki kadar ayrıntısı yoktu onların, belki adam hiç öpmemişti sevdiğinin yarasını, belki de fırsatı olmamıştı kim bilir? 28 yaşındaydı ve henüz 1,5 aylık evliydi… Bir sabah uyandı yeni güne… Günaydın dedi belki, sonra da sarıldı eşine… Sonra iş güç, dünya telaşı, çıktı evden hızla indi merdivenleri… Ve son basamakta kesiliverdi nefesi… Sebep kalp krizi… Ah nereden bilsin di koşturarak gittiği kendi eceli?
Olayı bize anlatan bayan, ölen adamın eşinin ağlayamadığını sadece inlemeye benzer bir sesle bir köşede hareketsiz oturduğunu söyledi… Nedense en çokta bu koydu bana…

Her zaman dediğim gibi, giden bir kere, geride kalan bin kere ölüyor ve giden değil kalan ölüyordu aslında…

Önce, hemen telefonuma uzandı ellerim aradım bende sevdiğimi…
Duydum sesini nefesini, rahatladım…
Sonra, yazdım kendi basit bir an hikayemi, hikayemizi…

Hemen her gün, hepimizin yaptığı gibi, evden çıkarken sarılıyor eşine adam…
‘Seni seviyorum’ diyor içtenlikle ve bir de öpücük konduruyor yanağına hafiften eşinin…
Belli belirsiz karşılık görüyor öpücüğü… Mahcup birde bakış atıyor kadın da eşine…
Karşı komşuların kapı deliğinden gözetlemesinden çekiniyor belki?
Çünkü giden adam oluyor ve yüzü sevdiğine dönük…
Allaha emanet ol diyor kadın… Sen de! diyor adam…

Gün uzun, gün sürprizlere dolu çünkü…

Bakıyor arkasından, penceren el sallıyor mutlaka her gün kadın…
Bu bir rituel oluyor ikisi içinde, güne huzur veriyor…

Kızgınsa ama veya bir kalp kırıklığı varsa bazen çıkmıyor cama kadın…
Sadece perdenin arkasında duruyor, göstermiyor kendisini…
Camda el sallayan eşi göremeyince yüze inen sis perdesini de seviyor çünkü kadın…
Kendince ceza veriyor sevdiğine…
Mahrum bırakıyor vedasından, hayır duasından, daha ne olsun işte?
Aslında, içinden ediyor duasını, perdenin arkasından veriyor öpücüğünü yine de…

Gün uzun, gün sürprizlerle dolu çünkü…

Bazen umulmadık anda, bir buket çiçekle geliyor adam…
Bazen, hiç habersiz yazılar yazıyor, aşk klasörüne eklemeler yapıyorJ
Bazen huysuz, bazen çekilmez…
Ama nihayetinde, okşanan saçlarının huzuruyla kedi gibi oluyor…

Bazen küçük sürprizler yapıyor kadın… Yazıyor, çiziyor ilan-ı aşk ediyor…
Çokça mutlu oluyor… Mutlu ediyor…
Bazen üzgün, kırgın… Bazen yorgun argın…
Yaraları oluyor herkes gibi… Kimisi içinde kimisi dışında…
Ve ne mutlu ki, öpüyor sarıyor sarmalıyor yaralarını adam…
Çünkü seviyor sadece, çok seviyor ve seviliyor…
Basitçe…

Gün kısa, yaşam kısa ve sürprizleri kendi yaratır insan çünkü…

İyi haftalar dilerim…

Banu Durgunlu
22.02.2009

Hiç yorum yok: